Bilim ile din, el ele, kol kola mı?(*) Bilim ve din ilimleri karşılaştırması son 200 yılın başat tartışmalarından. Kimilerine göre bu artık bir sorun değil, bilimin evrenselliği ortada, her şey çok net! Kimilerine göre ise bilim hala içinde bütün kötülükleri barındıran bir pandora kutusu, dolayısıyla uzak durmak lazım. Kimilerine göre ise din ve bilim, “el ele kol kola” beraber yürüyen iki arkadaş.
Risale-i Nur okuyucuları, bu son yaklaşım hattında yer alan grupların arasında belki de en meşhuru. Bu yaklaşımı temellendirdikleri metin ise, Eski Said’in şu meşhur pasajıdır: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”
Bilim ile dinin beraberliği argümanı, çok tartışıldı, reddedildi, savunuldu. Fakat günümüzde –bazı akademik tartışmaları bir yana bırakırsam – cumhur tarafından bu artık o kadar da tartışmalı bir mevzu değil gibi görünüyor. Bilimin de önemli bir yerde durduğu kanaati cumhur tarafından, bir nebze de olsa kabul görmüş gibi. Bunu, bilimsel üretimin merkezi olan üniversitelere girme yolunda can atan genç arkadaşlarımızdave anne-babalarında gözlemlemek için, bilim adamı olmaya gerek yok!
Bu tablo, Risale-i Nur okuyucuları perspektifinden, çok da olumsuz bir tablo değil gibi. Savunulan, uğruna fedakarlıklar yapılan bir perspektif, cumhur tarafından kabul görmeye başladı. Ne âlâ! Çok güzel. Fakat, sıkı Risale-i Nur okuyucuları, bu bilime “hoş geldin” derken, bir yerlerde, bazı şeyleri ıskaladık mı acaba diye sorar oldular. Çünkü, bir yandan bilim ile dinin el eleliğini, kol kolalığını savunurken, diğer taraftan 12. Söz bize balyozla vuruyor, bilimin uğraşını yerin dibine sokuyor. Tabiat risalesi, felsefenin ve onun talebeleri olan bilim adamlarının tüm çıkmazlarını / açmazlarını / ayıplarını gözler önüne seriyor. 16. Mektup’ta Bediüzzaman o fenlerin muhkem kalelerini zir-ü zeber ettiğini söylüyor. Ve daha nicesi.
Bu gidişata bir dur demek adına, ilk elfi programında da, “nur” ve “ziya” arasındaki fark üzerinden yürüdük. Bu çok önemliydi bence. Biri doğrudan kaynaktan gelen ışık, yani ziya; diğeri dolaylı yoldan, gölge ile gelen ışık; yani nur. Sonuç: vicdanın ziyası din ilimleri, aklın nuru fen bilimleri demek, 1) vicdan yolculuğunun hakikat arayışındaki önceliği, ve 2) din ilimlerinin modern bilimlerine üstünlüğüne bir işarettir olarak okunabilir. Bu yaklaşım, risaleler arasındaki fikri tutarlılığı ortaya koymak için bence müthiş önem arz ediyor. Nitekim yeni Said’de bu görüşün devam ettiğini, 30.Sözdeki şu ifadelerde buluruz: İki şecere-i azîme hükmünde, biri silsile-i nübüvvet ve diyânet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet; gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizâc ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe silsile-i diyânete dehâlet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette, bir saadet, bir hayat-ı içtimâiye geçirmiştir.
Yani, evet, bilim ile din beraber olacak. Ama el ele, kol kola değil. Bilakis, bir efendi-köle ilişkisi içerisinde olacak. Yani, ikisinin birlikteliği “eşitlik” bağlamında tanımlanmayacak. Ya? İkisin birlikteliği, “kim kime hizmet edecek” bağlamında bir hiyerarşikbağlama oturtulduğunda anlam kazanacak. Said Nursi’nin, hakikatin tecellisini temellendirdiği müsebbibi, sanırım burada arayabiliriz.
Bu birlikteliği, eşitlik bağlamında, el ele, kol kola bağlamında konumlandıran görüşün şöyle bir klişesi var: “Din “neden?” sorusu ile ilgilenir, bilim “nasıl”a yoğunlaşır?”. Bu klişe, masum bir klişe olmaktan öte, literatürün, dini ötekileştirme adına bize yutturmaya çalıştığı bir iksir olarak düşünüyorum. Çünkü, materyalist-pozitivist bir metodoloji ile varlığı açıklayan bilimi, Kurani bir metodoloji ile varlığı açıklayan din ile, aynı kefedeymiş gibi sunamazsın. Metodik ve paradigmatik bir ayrışma mevcut çünkü. Materyalist metodolojinin “ne, nasıl, neden” soruları vardır, bu soruları evrene sorar, ve kendi paradigmatik cevabına ulaşır. Kurani metodolojinin “ne, nasıl, neden” soruları vardır, bu soruları kainata sorar, ve kendi paradigmatik cevabına ulaşır. Bu ikisi bambaşka şeylerdir.Şöyle ki:
Varlığı açıklarken Bilimsel İtikad
Burası neresi?: Evren
Bu evren nasıl var?: İlgi alanımız değil. (kısmen)
Bu evren neden var?: İlgi alanımız değil. (kısmen)
Bu evrenin içindeki şu şey nedir?: Portakal.
Bu portakal NEDEN var?: Bu portakal, sebeplerin mecburi bir sonucu olarak var.
Bu portakal NASIL var?: Şu iklimde, şu mevsimde, şöyle bir toprakta, böyle bir ağaçta, şu minareller ve reaksiyonlar sonucu var.
Varlığı Açıklarken Kurani İtikad
Burası neresi?: Kainat.
Bu kainat nasıl var?: Yaratıcının ilim, irade, kudreti, kastı ile var.
Bu kainat neden var?: Sahibinin kendini tanıtması ve sevdirmesi için var.
Bu kainatın içindeki şu şey nedir?: Portakal.
Bu portakal NEDEN var?: Bu portakal, Vacib’ül Vücud bir zatın esmasına tecelligah olmak, ve ahiretin tarlası olmak için var.
Bu portakal NASIL var?: Bu portakal, irade/kasıt/ilim/kudret ile var.
Eee, napalım, eşit görsünler, bize ne? Diyebilir miyiz? Said Nursi diyemedi. Hatta, İslam alemine en büyük saldırının bu alanda yapıldığını, imanın erkanlarına bizzat fen ile saldırıldığını görmüştü. Saldırsınlar ne olacak? Diyemezdi, demedi. Çünkü bu tehlikeyi fark etmek, aynı zamanda sonuç vereceği insan tipolojisini de farketmek demekti. Peki, sonuç nasıl bir şeydi? Mix bir itikad barındıran tipoloji.
Varlığı Açıklarken Mix İtikad
Burası neresi?: Kainat ya da Evren.
Bu kainat / evren nasıl var?: Allah yarattı.
Bu kainat / evren neden var?: İmtihan için var.
Bu kainat / evrenin içindeki şu şey nedir?: Portakal.
Bu portakal NEDEN var?: Bu portakal, sebeplerin mecburi bir sonucu olarak var.
Bu portakal NASIL var?: Şu iklimde, şu mevsimde, şöyle bir toprakta, böyle bir ağaçta, şu minareller ve reaksiyonlar sonucu var.
Bu mix itikadın ardında Allah’ın varlığını peşinen kabul etme, geleneksel kabüller, ve kainatın din eğitiminde verili olarak kullanılmaması var. Eskiden saldırı fenden gelmediği için, teslimin kavi olduğunu, ariflerin sözünün delilsiz de olsa makbul olduğunu belirtiyor Bediüzzaman.Fakat, bu gün işler değişti. Bir abd olmak, ubudiyet içerisinde var olmak, dinini yaşamak dediğimiz olguların önünde büyük bir engel var: Mix itikad. İksir tam da burada gibi geliyor bana, yani “din “neden” sorusuna, bilim “nasıl” sorusuna cevap verir ifadesini” müslümanların bile ağzında rahatlıkla dolaştıran iksir. Bu anlayış çerçevesindeki bilim itikadımızı bölmekte, daha doğrusu itikad da, yani tevhidde kendisine yeni bir yer açmakta, ortaya “mix” bir itikad çıkmakta. Bediüzzaman’ın 22.Sözde işaret ettiği gibi, bu tevhid-i aminin nezaretinde çok ama çok hırsızlıklar gerçekleşiyor. Az önceki örneğimizde kainatın yaratılışını Allah’a verip, portakalı topraktan bilmek gibi.
Bu portakalı ağaç mı yarattı dediğimizde müslüman bir kimsenin kabul edeceğini düşünmüyorum. Ama, bir portakal nasıl yetişir dediğimde aklımıza ilk önce “irade gerekir, kudret gerekir, ilim gerekir, kasıt gerekir ve tüm bunlar Vacibü’l vücudu gerektirir” sonucundan önce “iyi bir toprak gerekir, gübre gerekir, iklim gerekir” geliyorsa, üzerimizde iksirin tesiri var demektir. Nereden biliyorsun Allah’ın yarattığını diye kendimize sorduğumuzda çok net bir cevabımız da olmaz. Bediüzzaman bu yaklaşımı daha da derinleştirir, ve der ki: nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir. E tamam, o zaman bu günkü bilimi ne konuma yerleştireceğiz? Hizmet eden bir köle. E bu kadar ayrışık tanımın ardından, bu hiyerarşik beraberlikten kasıt nedir? O da Risale-i Nur okuyucularının diğer bir vazifesi. Çalışmaya devam vesselam…
–
(*) Bu yazı, TV111 – ELFİ programında gerçekleştirilen sunumun taslak metnidir.