“Risale-i Nur okumalarımda, bana nasihat veren bir hâlimi paylaşma niyetiyle yazdığım bir yazıdır. Bazen bir ilaç, başka hastalıklara zehir olur sırrıyla, bana hisse çıkartan bir şey, başkasına zarar bile verebilir. Fakat, ben çok istifade ettim. Benimle aynı marazı bulunanlar olabilir ihtimaliyle paylaşıyorum.”
Bir gün şöyle bir iç muhasebe hasıl oldu: “Beklenen sonuç neden gelmiyor?”. Soru şuna işaret ediyordu: namazlarımı kılıyorum, oruçlarımı tutuyorum, Kur’an’ımı okuyorum, risalemi okuyorum, cevşenimi okuyorum… Tamam ama, beklenen sonuç neden gelmiyor? Risale-i Nur, benim için, Kur’andan mülhem, garip vaadler taşıyordu…
“Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir!” (23.Söz) Halbuki ben, kainatla ilişki kurduğum sürece, sürekli “benim istediğim gibi ol” dercesine ilişki kuruyordum… Akabinde ise, “ya istediğim gibi olmazsa?” endişesi daima benimle beraberdi… “Küre-i arz bomba olup patlasa…onu korkutmaz” (3.Söz) diyordu, ben ise nice endişeler, korkular içerisindeydim. Adına iman dediğim şey, bana “emniyet-i tamme” değil de, “emniyet-i kısmî” suretinde görünüyordu.
Korku meselesi böyle iken, bir de huzur meselesi vardı. Huzuru hayırda, hayrı da dünyadaki faaliyetin menfaatime olması olarak yorumlayan nefsim, gerçek huzurdan da uzak göründü. “Huzur-u ilahi: daima huzurda ve huzurlu olmak”… Halbuki Risale-i Nur, “mana-i harfi nazarını, huzur-u daimiye vesile” (26.Söz) olarak tarif ve vaad ediyordu; fakat bu sonuç ben de hasıl olmuyordu.
Ve bunun gibi hakeza… Namazda engin huşu; ibadetlerin benim için en fıtri haller olduğu hususunda mutmain bir kalp, kardeşini nefsine tercih etme, hakperest olma… vs…vs… Daha nice sorular ve zıtlıklar bir anda önüme açılıverdi. Nefsime baktım ki, beni şuraya çekiyor: “Vesvese bunlar…. Üstüne düşme… Sen okumana, namazına devam et… Daha çok oku, daha çok namaz kıl…Gelir!” Dedim: “İki-üç senede gelmeyen şey, bana bir ihtar değil midir?” Dedi ki: “üstüne düşme bu tür konuların, boğulursun!”
Nefsimi dinlemedim, hatta dinleyemedim. Çünkü, hayat pratiğinden şöyle bir kıyas aklıma düşüverdi. “Bre Yunus… Ailen tüccardır, hatırla. Ticarette bir usulü denediniz, ve getirisi olmadı. Ne yaparsınız? Biz bir yerde yanlış yaptık der, usulünüzdeki eksiklik/yanlışın bulunduğu hususu aramaya yönelirsin. Sen de bilirsin ki, aynı hatada daim ısrar, beyhudedir.” Veya öğrenciliğini hatırla. Sana diyorlar ki, “Bu kitap alanında en iyi kitaptır.” Sen, kitabı okuyorsun, okuyorsun, beklenen ilim sana hasıl olmuyorsa, ne yaparsın? Ya kitabı değiştirirsin, ya da usulünü. Zira, ya kitap doğru kitap değildir, ya usul doğru usul değildir.
Şimd, konu şuraya geldi: dünyaya dair en ufak işine bile bu hassasiyetle yaklaşıyorsun… Tutmuyorsa ya değişiyorsun, ya uğraşını değiştiriyorsun. Fakat, iş maneviyata gelince, neden böyle bir sorgulama içine girmiyorsun ve insaniyetine ters düşüyorsun?
Bu iç muhasebe farklı bir noktaya işaret etmişti. Risale-i Nur’un, Kuran hakikatleri hakkında dünyama sunduğu donelere baktığımda, hayran olmaktan kendimi alamıyordum. “Hayret” mertebesi bende cariydi. Yani, başvuru kaynağımda bir sıkıntı yoktu; hissediyordum. O zaman, usülüm hatalıydı.
Bu iç tefekkürün akabinde, Peygamber a.s.m.’ın şu hadisi imdadıma yetişti. Diyordu ki Hz.Ali’ye (r.a.): “Ben Kur’an’ın nüzulu için savaştım; sen tevili için savaşacaksın.” Allah’ım bu ne muhteşem bir hadistir! Hz.Ali’nin, literalist görüşle yaptığı “mana, batın, adalet-i mahza” mücadeleleri aklıma düştü. Literalistten kasıt, “metin neyse o işte kardeşim” olarak formülize edilebilecek –bu yaptığım biraz basitleşmiş bir tanımdır– Haricilerdir. O zaman, Hz.Ali’nin “O kitap konuşmaz, onunla konuşulmaz” ifadesini çok iyi anlamak gerekiyordu. Ben bunu, bu iç muhasebemin ardından, şöyle anladım: “Kur’an-ı Kerim, gayb’tan haber verir. Gaybî meseleler, somut (concrete) meseleler değildir – ki bu imtihan hakikatine karşıdır. Elbette yorum gerekir. Yoksa, vahiy senle konuşmaz!” Ehl-i Sünnet’in, Hariciler ve bu gün en büyük temsilcisi olan “Vehhabi”lerle mücadelesi de bu değil miydi? Kur’an Hakk kitapsa, Yaratıcı kelamıysa, yoruma açık olmalıdır anlayışı, ehl-i sünnet’in bel kemiği bir anlayışıdır.
O zaman, taşlar biraz daha yerine oturdu. Bediüzzaman’ın “Gazete gibi okuma” demesi, metne sadakat düsturunu “Hariciler” gibi yorumlama, ehl-i sünnet gibi yorumla olarak görünmeye başladı. Yani, “metne dal” demekti; “metin sana konuşsun” demekti… Kendi nefsine oku demekti. Mevlüt gibi okuma diyordu adeta. “Metin ne diyorsa o işte” demek, ne bana bir şey katıyordu, ne de “beklediğim sonuçlar” hayatıma düşüyordu. Ardından, her namaz kıldığım, Kuran okuduğum, risale okuduğum zaman içimde meydana gelen “pozitif, mutluluk, lezzet” gibi duyguları, “imanın getirdiği” lezzet zannettiğimi, veya o şekilde kodladığımı farkettim! Bu benim temel bir ezberimdi. Halbuki, imandan, sadece bir hakikatin kalbe düşmesi ile gelen lezzet, beklenen sonuçların gelmeye başlamasına vesiledir diye tecrübe ettim.
Bu yolda, benim imtihanımı en çok kolaylaştıran ise, benimle aynı derdi paylaşan insanlar olduğunu farketmek, ve onlarla beraber bir kafa değil, on kafa bir araya gelerek, “metin bize ne diyor” adına müzakereler gerçekleştirmek oldu. Allah onlardan ebeden razı olsun. Çünkü onlarla beraber yürüdüğüm yolda, hakikaten “imanıma, namazıma, sair ibadetlerime, dünyama” bazı sonuçların düşmeye başladığını hakka’l yakîn tasdik ettim. O zaman anladım ki, imanî bir hakikati, tek bir muhatap bile olsa – çünkü sayıların bu meslekte hiç kıymet-i harbiyesi yok –, o muhatabın kalbine düşürtmek adına yapılan, iyi düşünülmüş, sünnetullaha uygun, insaniyete uygun her çaba, benim dünyamda “en güzel hizmet”, “dünyalara değişilmeyecek bir hizmet” makamını aldı – vesselam…
Yazinizda bahsettiginiz noktalara genel olarak katilmakla birlikte, yani kendi nefsim de benzer bir surecten geciyor diye gordum, bir insanin yolculugunun kalitesi o kisinin niyetine (why?) ve nazarina (how?) gore degisiyor diye anliyorum. Yolculugun seyri, insanin beklentilerine ve sorularinin niteligine gore farklilik arz edecektir.