Çatışma…(*) İnsanlığın huzurunu bozan belki de en kadim kavram. Bu gün de dünyada binlerce çatışma var. Bireyler arası, gruplar arası, hatta ülkeler arası… Veya ülke içi, grup içi çatışmalar var. İçerik açısından baktığımızda siyasal, etnik, dinsel, kültürel, mezhepsel, ideolojik çatışmalar var.
Bir çatışma nasıl başlar? Nasıl sonlandırılır? Barış nasıl inşa edilir? Bunlar çatışma çözümü uzmanlarının en temel soruları. Ama ben, bu gün, bu iki kavramın, yani çatışma ve barışın arasını ziyadesiyle açan başka bir kavrama eğileceğim: inatçı çatışmalar. Burada en önemli sorumuz: “Bir insan, uzun bir süreli çatışma içerisinde nasıl yaşayabilir?” olacak. Bizler, çok uzun süren, yıllara yayılan çatışmaları, “inatçı çatışmalar” olarak isimlendiriyoruz. İnatçı çatışmaların genel özellikleri, değişime karşı muazzam dirençli olmaları ve barışçıl bir çözüme olan inançsızlıkları. Ne oluyor da bir çatışma inatçı bir karakter kazanıyor? Bu soru bence çok önemli. Çünkü bu türlü “biz” ve “gaddar öteki” anlayışıyla nefes alabilmeyi, maalesef insani bulamıyorum.
İnatçı çatışmaların doğasını anlamak için, birçok disiplinin açıklamaları mevcut. Ben bu gün, sosyo-psikolojik alana dair açıklamaları sizlerle paylaşacağım. İnatçı çatışmalar içinde çalışan mekanizmaları modelleyen bu teoriler, buzdağının görünmeyen kısmını açıklama bağlamında çok güçlü açıklamalar sunuyorlar. Ve sosyal psikoloji her çatışma içinde – ister bireyler arası olsun, ister gruplar arası, ister devletler arası olsun, veya kaynağı ne olursa olsun – o çatışmayı inatçı yapan, ortak ve gizli bir sosyo-psikolojik mekanizmanın işlerliğinden bahseder.
Bu mekanizma, bir çatışmayı var eden değil de, var olan bir çatışmayı devam ettiren, derinleştiren, bitmesini engelleyen canlı bir sosyo-psikolojik mekanizma. Mekanizmamızın modeli şu şekilde.
Öncelikle şunu biliyoruz ki, çatışma başladığında ve devam ettiğinde, her iki tarafın da üyeleri, çeşitli tecrübeler yaşamaya başlarlar: stres, acı, kaybedilenler, belirsizlikler, güçlükler gibi. Ve, insan fıtratı, bu gergin ortamda, sağlıklı bir şekilde varlığını devam ettirebilmesi için, üç büyük engelle karşılaşır: İhtiyaçların karşılanması, stresle baş etme, ve öteki ile yüzleşme.
- İhtiyaçların karşılanması: Uzun süreli çatışmalarda, kişilerin bilme ihtiyacı, positif kimlik ihtiyacı, endişelerinin cevaplanması ihtiyacı, karşılanması gerekir.
- Stresle baş etme: Yani ben, bu stresin içinde yaşamayı öğrenmem lazım.
- Öteki ile yüzleşme: Grup üyeleri, diğer üyelerle karşılaştığında ne yapması gerektiği hususunda bir boşluğa düşerler. Bu engelin aşılması gerekir.
Bu ihtyaçlar fark edilmeye başlandığı anda, arkada sosyo-psikolojik bir mekanizma işlemeye başlıyor. Bu mekanizmanın amacı, ortak bir repertuar oluşturup, bu üç ihtiyaçtan hasıl olan talebe cevap vermek ve grup üyelerinin çatışmaya olan adaptasyonunu sağlamak. Bu adaptasyonu sağlayacak olan sosyo psikolojik repertuar, üç enstrüman ile inşa ediliyor: kolektif hafıza, çatışma etosu ve kolektif-hissel oryantasyon.
- Birinci kavramımız olan kolektif hafıza benim şu soruma cevap buluyor: Bu çatışma neden başladı?
- Cevap için, geçmişi anlamlandıran, çatışmanın başlangıcını meşrulaştıran, seçici, önyargılı, ve abartılı bir tarih anlatısı kurulur.
- Çatışma etosu ise: “Peki, bu gün neden hala çatışıyoruz?” sorusuna cevap arar.
- Bu etos, bu günü anlamlandıran, anlamlı bir resim sunar.
- Ve son olarak, hem geçmişi hem bu günü anlamlandıran cevapların, tüm grup üyelerince paylaşılabilir bir hale gelmesi ise, bir eğitimi gerektiriyor.
- Bu eğitime bu modelde, oryantasyon adını verdik.
Bu üç enstrüman kullanılarak, repertuar sürekli ve hızlı bir şekilde üretilmeye başlar. Bu sürecin başlaması, bu bilgilerin tüm gruba yaygınlaştırılması ihtiyacıyla birlikte, kurumsallaşma sürecini tetikler. Her bilgi, kurumsallaştırılmalıdır, kemikleştirilmelidir; ki, tüm bireyler ortak ve toplumsal olan bir inancı, tutumu ve hissiyatı paylaşabilsinler.
Kurumsallaşma çeşitli alanlarda sağlanıyor: En önemli alanı, kitlesel ya da grupsal eğitim. Diğer bir alan ise, film-sinema-dergi gibi kültürel ürünlerden oluşuyor. En güncel olan bilgi, haber-gazete-sosyal medya-televizyon gibi kitlesel medya ürünleri ile sağlanıyor. Ama en önemlisi ve ikna edicisi ise, kamusal alanda, gündelik buluşmalar ve kamusal diskur tabanında sağlanıyor. “Neden çatışıyoruz abi? Şundan dolayı kardeşim. Bunlar şöyle aşağılık, böyle zalim kardeşim. Biz şöyle mağduruz, onlar böyle adi kardeşim tarzında, bir ilişki ağı. “
Tüm bu anlattığım mekanizmaya biz, sosyo-psikolojik altyapı mekanizması diyoruz. Ne niyetle başlamıştı bu? Grup üyelerinin üç temel engelini: Yani, ihtiyaçların karşılanması, stresle baş etme, öteki ile yüzleşme engellerini aşmak için. Diğer bir ifadeyle, grup üyelerini çatışma atmosferine adapte etmek niyetiyle başlamıştı. Bu sunumun en önemli noktası tam da burada işte. Çünkü, bu niyetle çalışmaya başlayan mekanizma, toplumlar içinde zamanla, malesef farklı bir mahiyet kazanır ve PRİZMA vazifesi görmeye başlar.
Ne demek istiyoruz prizma diyerek? Üyeler veya gruplar, kurumsallaşma ile birlikte, geçmişi ve bu günü açıklayan, kemik bir repertuara sahip olur. Bu repertuar, öyle bir prizma vazifesi görür ki, artık hangi yeni bilgi veya tecrübeyle karşılaşırsa karşılaşsın, bu bilgi ve tecrübe bu mekanizma içinde bir kırılmaya uğrar ve farklılaşır.
- Ya tamamen reddedilir.
- Ya yeni eklemelerle, kendi etos ve kolektif hafızasına göre yeniden düzenlenir.
- Ya da, önyargıyla çarpıtılarak, tamamen dönüştürülür.
İşte hazin olan, tam da burada. Prizma vazifesi gören bu repertuar, eğer bir grupta işlerlik kazanmaya başlamışsa, bu grup içerisinde barışçıl bir ortam oluşturmamız, artık neredeyse imkansızdır. En barışçı bilgiyi de göndersek, grup üyeleri, diğer grubun üyeleri ile en barışçıl tecrübeyi de yaşasalar, bu yeni bilgi ve tecrübeler prizmada mahiyet değiştirecek, ötesi, yeni streslere, yeni düşmanlıklara bile sebep olabilecek. Bilmeliyiz ki, bu güçlü mekanizma, canlı kaldıkça üretmeye devam ediyor. Ürettikçe çatışmanın tarafları değişime karşı ziyadesiyle dirençli oluyor ve bu iki grubun barışmasının barışçıl çözümlerle gerçekleşebilirliğine kesinlikle inanmıyor. İşte biz bu mekanizmaya, sosyo-psikolojik altyapının habis döngüsü diyoruz.
Bu gün, çatışma teorileri diyor ki, bu habis döngüyü, salt siyasal alandaki demokrasi paketleri ile bozamayız. Ötesi, salt grup elitleri arasındaki müzakereler ile de kıramayız. Bu ancak, grup üyelerinin iyi-niyetli bir şekilde karşılaşmaları, gruplar arası evlilikler, kardeşlik workshop’ları gibi uygulamalarla dönüştürülebilir. Bu gibi uygulamalarla bir ihtimal karşılıklı-güven ve karşılıklı birbirini tanıma inşa edilebilir.
Benim bu gün burada olma sebebim ise, bu önerilerin çok da işlevsel olmadığını düşünmem! İtiraf etmeliyim ki, bu döngüyü durdurmak adına, bana en etkili prensipleri sunan kişi, Bediüzzaman olmuştur. Hatta bence, Türkiye’nin en eski çatışma çözümü teorisyenlerinden birisi Said Nursi’dir. İhlas risaleleri, uhuvvet risaleleri tam da onun bu karakterini ortaya koyuyor. Nursi’nin çözüm önerileri için sunduğu öneri: Kur’an-ı Kerim’in eğitimine girmek, onun oryantastonuna tabi olmak. Ben, Nursi’nin Kuran-ı Kerim’den istimdat ederek ortaya koyduğu eğitim metodunu, bu modele uyarlayarak, tekrar işlemek istiyorum. Ve eminim göreceksiniz, Kuran’ı Kerim, gerçekten de bu mekanizmaya, çomak sokacak güçte prensipler sunuyor bize.
- Döngünün birinci ayağındaki, “Neden başladı bu çatışma?” sorusuna cevap veren, seçici ve önyargılı bir tarih anlatısı, yani kolektif hafıza, Kuranın terbiyesi neticesinde şiddetli bir kırılmaya uğruyor.
- “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” 6:164 ile genelde,
- “İhtilafa düşmeyin, sonra kuvvetiniz elden gider” 8:46 ile de özelde, yani müminler arasında çatışmayı meşrulaştıracak her hangi bir kolektif hafıza inşa etmek neredeyse imkansız.
- “Şu an neden hala çatışıyoruz?” sorusuna cevap arayan anlatının, yani çatışma etosunun da Kuran’ın terbiyesi altında yeşermesi neredeyse imkansız.
- “Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlere gelince, Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunanları sever.” 3:134 ile genelde,
- “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek» Buharî, Edeb: 57” ile de özelde, yani müminler arasında, bu çatışmanın hala neden devam ettiğini meşrulaştırmak mümkün değil.
- Son olarak, kendi üyelerini bir eğitime tabi tutmak isteyen çatışma elitlerinin, Kuranın terbiyesi altında böyle bir oryantasyon başlatması neredeyse imkansız.
- «Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.» 49:6 ile genelde,
- «Benim ayetlerimi, az bir dünya menfaati ile değiştirmeyin» 2:41 ile de özelde, müminler arasında böyle bir oryantasyon inşa etmek, neredeyse imkansızdır.
Şimdi bizlere soruyorum. Bir düşünelim istiyorum. Buradaki model, şöyle bir düşündüğünüzde, size de tutarlı geldi mi? Veya tanıdık geldi mi?Hiç arkada işleyen böyle bir mekanizmayı hissedebildiniz mi? Mesela, Zihnimizde “kötü, gaddar, zalim, düşman” diye bildiğimiz karakterleri düşünelim. Misal, bir Rum hakkında… Hiçbir tecrübemiz olmadığı halde, hiçbir kötülüğünü bizzat kendimiz görmediğimiz halde, hiç karşılaşmadığımız, hiç yemeklerinden yemediğimiz, hiçbir türküsünü dinlemediğimiz halde… Hatta hikayelerde anlatılan Rum da O olmadığı halde… Rum deyince veya görünce, tüylerimizi ürpertecek kadar bir repertuara sahibiz, öyle değil mi?
Veya özelde, birçok Müslüman, birçok Müslüman hakkında, birbirlerini hiç tanımadıkları halde, onlar hakkında, “hem de doğruluğundan kesinlikle emin olarak”, o kadar geniş bir repertuara sahip ki…
Dikkat edersek, ve siz de benim gibi manen gaflette iseniz, kimin iyi kimi kötü olduğu hakkında, sorgulanamaz bir kolektif hafızaya, çatışma etosuna ve sosyal bir repertuara sahip olduğumuzu fark ederiz.
Özetle diyorum ki, hepimiz, böyle bir döngüye dahil olmaya ziyadesiyle meyyaliz… Ve Kuran’ın eğitimine girmeden, bu habis döngüye çomak sokmak, bence imkansız.
Teşekkürler.
–
(*) Bu yazı, TV111 – ELFİ programında gerçekleştirilen sunumun taslak metnidir.