Bizi dua etmeye yönelten müspet ve menfî kaynaklar vardır. Cehennemin azabının varlığı sonucu dua ederiz veya cennetin varlığı bize şevk veriyordur dua etmek için. Bu motivasyon kaynaklarını ya hayal ederiz veya bizzat yaşarız dünyada. Peki bu dünyada yaşadığımız sıkıntılar ve her türlü isteklerimizin olmasına, ahiret için emellerimiz olmasına ve imanımız olmasına rağmen neden dua etmemekteyiz? [1]
İşte bu motivasyon kaynaklarının tesirsiz olma sebeplerinden birisi yanlış kader inancımızdır. Özellikle kavlî dua etmeyişimizin ve fiilî dua ettiğimizin farkında olmayışımızın arkasında bu vardır. Fiilî duanın farkındalığı ve kavlî duanın icrasına zihnî dua diyebiliriz ve bu bilinç hali aslında tam anlamıyla dua ediştir.
Dışarı çıkmak için ayakkabılarımızı giyip adım atışımızı dua bilinciyle yapmayız çoğunlukla. Bu oluyordur, olmuştur… deriz. Ümmî olmaktan çıkmış, pozitivizmle eğitilmiş(!) zihnimiz artık gerçeği fark edemiyor olmuştur. Bazen fark eder gibi olsak da bunu adetullah kanunları içinmiş gibi görüp (adetullah kavramını burada daralmaya uğratırız) “emek vermek sonucu hak etmek” gibi Mutezile kader anlayışına yakın ifadelerle meseleyi basitleştiririz. Nerdeyse “kul fiilinin halıkıdır” diyecek seviyeye gelme ihtiyacı bile hissederiz bazen yaptığımız işi devam ettirebilmek için. Duanın anlamından da tam olarak kopmuş oluruz bu noktada.
Fiili duadaki farkındalığı anlamak için önce bizi duaya en çok yönelten acziyet anlarında bile dua etmemizi engelleyen yanlış kader algısını düzeltmemiz gerekir. Bu yanlış kader anlayışı bize sürekli kaderin varlığını hatırlatır ve bizim başımıza gelenler karşısında “sabır” etmemiz gerektiğini söyler. Biz önce bundaki yanlışı fark edemeyiz; çünkü sabretmek bize çok islamî gelir. İleriki boyutta dua etmeye kalkıştığımızda başımıza gelenin kader olduğunu dua etmenin isyan olduğunu söyler. Bu noktada Cebriye kader anlayışına yaklaşmış oluyoruz.
Bu iki uç arasında hayat sürüp gider ve biz ifratı tefritle dengelemeye çalışırken hayatımızı “Allah’lı” yaşadığımızı düşünürüz. Fakat asıl ubudiyetimiz olan duayı hiç gerçekleştirmeden hayatımıza devam etmiş oluruz.
Yapmamız gereken ihtiyarî kader ile ıztırarî kader ayrımını yapan vasat, sırat-ı müstakim, doğru kader anlayışını benimsememiz gerekir.
Fiillerimizde(fiilî dualarımızda) her an yaratıcının biz olmadığının farkına vararak edeceğimiz kavli duanın ihtiyarî kadere baktığını bilerek zihnî duamızın âtâ kabilinden olup kabul olursa yaratıcı tarafından gerçekleşeceği bilincinde, umudunda olmalıyız.
Fiillerimizin yaratıcısının biz olmadığımız gerçeğinin bizi Cebriye anlayışına götürmesinden korkmadan dua ettiğimiz gibi yalnızca ızdırarî kader olmadığı gerçeğinin bizi Mutezile anlayışına götürmesinden de korkmamalı ve dua etmeliyiz.
Dua etmekten korkmamalıyız. Dua ettiğimizde imanımızın sıkıntıya düştüğünü hissedersek bunu ifratla/tefritle telafi etmemeli; vasatı bulup dua ettikçe; imanın ziyadeleştiğini ve ibadet görevinin yerine getirdiğimizin farkında olmalı, farkına varmalıyız.
[1] Lem’alar, On Üçüncü Lem’a, Beşinci İşaret