ubudiyet

Safsata

Çok farkında olmamamıza rağmen hayatımız boyunca öğrendiğimiz bilgilerin azımsanamayacak kadar fazlasını arkadaşlarımız, tanıdıklarımız veya rastgele insanlar ile girdiğimiz diyaloglardan öğreniyoruz. Özellikle iletişim araçlarının gelişmişliğiyle beraber daha önceki insanların bu konuda hiç sahip olmadığı kadar olanaklara sahibiz. Yani bu diyaloglar, münazaralar veya tartışmaları ciddi bir öğrenme aracı olarak kabul edebiliriz.

Geçen gün karşı tarafın bana saldırmasıyla sonuçlanan pek de hoş olmayan bir tartışma tecrübem oldu. Biraz düşündüğümde ne yazık ki bu güzel öğrenme fırsatının hakkının pek de verilmediğini gördüm.  Tartışma adabı konusunda eksiklerimiz mevcut.  Şu an tartışma adabını kapsamlıca ele almayacağım. Bu tartışmaların ögesi olan önermelerden, önermeler ile ilgili de uyanık olmamız gereken İngilizce’de “fallacy” diye tabir edilen, Osmanlıca’da ise kıyas-ı batıl denilen safsata, yanılgı, yanıltmaca veya yanlış mantıklardan bahsedeceğim.

Safsatalar yanlış çıkarımlarla yapılan önermeler veya bir önerme değerlendirilirken yapılan yanlış çıkarsamalardır. İyi saklanılmışlarsa gayet ikna edici bile gözükebilirler. Bir niyete sahip olarak ya da istemsizce yapılabilir. Bana göre en çok önceden kesin bir pozisyon belirlenmesi  ve bu belirlenen pozisyon üzerinden meselelerin değerlendirilmesinde ortaya çıkıyor. Kişi pozisyonun gerektirdiği şekilde argümanlar üretmeye çalışıyor.  Genelde bulduğu gerçek argümanlar yeterince kuvvetli olmadığından, bunu kasten safsatalar icad ederek savunmaya kalkabiliyor veyahut bulunduğu pozisyonun ve tartışma içerisindeki baskı ortamının da etkisiyle bilinçsizce ortaya safsata atabiliyor.

Elbette safsatalar sadece tartışmalar esnasında vücut bulmuyor. Karşılaştığımız herhangi bir önerme de safsata olabilir. Herhangi bir iletişim aracında, kitaplarda, gazetelerde… Tabii ki tarafların fazla düşünme şanslarının olmadığı anlık yapılan tartışmalarda safsatalarla karşılaşmak çok daha olası. Şimdi bir kaç hem popüler, hem de kamufle olma ihtimali yüksek olan bazı safsata örneklerinden bahsedelim: (İlgilenenler araştırırlarsa daha pek çok şey bulabilirler)

Argumentum ad Hominem (Kişiyle ilgili argüman): Bir argümanın doğruluğunun argüman sahibi olan şahısla ilgili olduğu iddiasına deniliyor. Genelde “Sen kimsin ki veya o kim ki bunu söylüyor/söylüyorsun” tarzında gelişiyor.  Bazen ise ters yönde “Bu o söyledi, o zaman bu doğrudur” şeklinde gerçekleşebilir.

Genel olarak bu kalıpta yani “… ile ilgili” argüman kalıbında pek çok safsata örneği var. Mesela bir argümanı çoğunluk, otorite veya duygular ile ilişkilendirmek gibi. Yani argümanın kendisiyle ilgilenmekten ziyade başka şeylerde argüman ile ilgili referans aramak.

Cum Hoc Ergo Propter Hoc (Bununla birlikte oldu, dolayısıyla bundan dolayı oldu): Bir bağlantı veya ilişkinin mutlaka neden-sonuç ilişkisi içerisinde olduğu savı.  Mesela “İki olay arasındaki  istatiksel bir bağlantı var. O zaman biri ötekinden dolayı oluyor” gibi.  Bu bağlantı raslantısal olabilir veya bunu açıklayan hesaba katılmayan bir başka değişken olabilir vs.

Post Hoc Ergo Propter Hoc (Bundan sonra oldu, dolayısıyla bunun yüzünden oldu): Bu, yukarıdaki safsata biçimindeki bağlantının zaman şeklinde olmasına deniyor. Mesela  “Horozlar öttükten sonra güneş doğuyor, dolayısıyla güneş horozlar öttüğü için doğuyor” gibi.

Straw Man (Korkuluk safsatası): Yine çok sık karşımıza çıkan bir argümanı, o argümanın yanlış bir temsilini çürüterek çürütme safsatasına deniliyor. Eğer gözlemciler veya izleyiciler orijinal argümanla ilgili yeterince bilgili değilse başarılı olması işten bile değildir. Bu sebeple genelde izleyicilere oynanarak yapılır. Özellikle gazetecilik, politika gibi bol izleyicisi olan alanlar için ideal bir safsata biçimidir. Bir örnek verelim:

A: Güneşli günler güzeldir.

B: Her gün güneşli olsa hiç yağmur yağmazdı ve susuzluktan ölürdük.

Yani orijinal argümanla ilgilenmek yerine orjinal argümana yakın gözüken veya yüzeysel bir benzerlik içeren bir başka argüman bulup bu argümana sataşıyorsunuz. Korkuluk ismi de buradan geliyor, kendi yaptığınız korkuluğa saldırıp onu adeta parçalıyorsunuz.

Zayıf Benzetmeler: Bu tip safsatalar iki şey arasında bir benzerlik varsa bunların birbirinin aynısı olmasını veya çok benzemesini savunur. Genelde birbirine benzetilmek istenen şeyler ilk önce seçilir, daha sonra ise ortak özellik aranır. Daha sonra bu zayıf benzerlikten çıkarım yapılır. Mesela “A ile B kardeş, A iyi futbol oynuyor öyleyse B de iyi futbol oynamalı” gibi.

Ve son olarak Safsata Safsatası: Bir argümanın savunulurken safsata kullanılmasını o argümanı tamamen yanlışlamak için kullanmak. Yani bir başka dille zayıf savunmayı bahane ederek argümanı büsbütün reddetmek.

Safsatayı tespit etmemiz hem gereksiz yere vakit kaybetmemizi önler, hem de ortada bir safsata varsa bunu takip eden tartışma en fazla sinirlerinizi test eder.

Yazıyı Paylaş


Tags :

Yorum ( 3 )

  • Yunus Emre Orhan diyor ki:

    Bu denli önemli bir konuyu gündeme taşımanız çok istifadeli oldu. Şekle, forma dair mantıksızlık bir şekilde hissedilmesi kolay oluyor ama, içeriğe dair bir yanılgı, ele alınan metni ya da muhatabın dediklerini ciddi bir şekilde analizi gerektiriyor.

    Bu “fallacy” konusu çok tartışıldı, geniş bir literatür var. Safsata sayıları üzerine konsensüs olmasa da,epey bir tür örnekleriyle tespit edilmiş durumda. Bu tür sitelerin veya kitapların taranması, üzerlerine kafa yorulması, insanda bu hatalara düşmeme ve hataları tespit etme melekesine dönüşebiliyor – biiznillah.

    Bir de, bu metin bana ayrıca “dediklerimi mihenge vurun” ifadesini de hatırlattı. Belki de bu ifade: “dediklerimde (şeklinde ya da içeriğinde) bir safsata gözlemleyebiliyor musunuz? Kontrol edin bakalım!” şeklinde de okunabilir; veya dediklerimi “içerik ve şekil bakımından tasdik edebiliyor musunuz?” şeklinde de okunabilir.

    Allah razı olsun.

    • GezGin diyor ki:

      Bugün bir de “paradigma” denilen safsatalar var ki hocam, içinden çık çıkabilirsen. Elhasıl, vurduğun miheng de önemli, terazimiz yanlışsa herşeyi yanlış tartar, doğruluğumuzla övünür dururuz (Yani ölçüm/measurement tutarlıdır/consistent; ama geçerli/valid değildir). Allah yardımcımız olsun.

  • faruk arslan diyor ki:

    Sekizinci Mes’ele
    İşaret:
    Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delalet eder. Öyle ise bu vaki’ olmak gerektir…” Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur. Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir. Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel ta’ziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.
    Dördüncü bela ki,
    ehl-i zahiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklidden tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin za’f-ı a’sabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni’ olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat’iyye dest-res olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir. Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir. Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Farazâ tartmaz ise, biz de o mes’elede çocuk gibi mükellef değiliz.
    Tenbih:
    Ben zahirperest ve nazar-ı sathî sahibi tabiriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat bazan, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden dinin cahil dostlarıdır.
    Beşinci Bela:
    Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir. Evet mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir…
    Altıncı Bela:
    Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatın imtinaıdır. Halbuki karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen Cennet-ül Firdevs gibi olan Delail-ül İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin: O koca Abdülkahir gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.
    Yedinci Bela:
    Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cariyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki: Nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı.
    Muhakemat – 75

Yunus Emre Orhan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>